28 Şubat 1997 yılında Milli Güvenlik Kurulunun yayınladığı sonuç bildirgesi, bir anlamda muhtıraya dönüşmüş ve dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın koltuğunu bırakmasıyla sonuçlanan olayların fitilini ateşlemişti.
Ardı ardına manşetler atan gazetelerde bu postmodern darbeyi öven yazılar ardı ardına çıkarken, devlete sızan bir zehir bu darbeden nasıl daha kazançlı çıkabileceğine dair hesaplar yapmaya başlamıştı. Bu zehrin adı Fetullah Gülen ve Cemaatiydi. Gülen Cemaati, yıpratılan demokrasinin ileride kendine sunacağı meyveleri verecek fidanları o yıllardan itibaren Türk Siyasetinin bağrına ekmeye başlamıştı. Aradan geçen yıllarda Cemaat, yeni bir aktörü devreye sokmak adına CIA ile işbirliği içine girmiş ve ve bu aktör, Necmettin Erbakan'ın kadrolarından kolaylıkla çıkarılmıştı.
Laikliğin, Türkiye'nin üniter yapısındaki tartışmasız gerekliliği bir yana atılırken Gülen Cemaati yeni iktidarın kurucu kadrolarında ustalıkla yer alarak, zaman içinde korkunç bir gücün de sahibi konumuna gelmişti.
3 Kasım 2002 tarihindeki seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanan AK Parti'ye gerek toplum mühendisliği ve elinde bulundurduğu medya gücüyle inanılmaz bir destek veren Gülen Cemaati, diktiği fidanlardan toplayacağı meyveleri beklemeye koyuldu. CIA ve Gülen Cemaati'nin Türk Siyaseti üzerindeki planları tıkır tıkır işlemeye başlamıştı.
İrtica faaliyetlerindeki büyümenin, ülkenin anayasal düzenine büyük bir tehdit oluşturduğunu düşünen Türk Silahlı Kuvvetleri, yapılan her toplantı sonrasında laiklik vurgusu yapsa da, söyledikleri bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkıyordu.
Gülen Cemaati hükümetin de desteğini arkasına alarak ilk operasyonunu yaptı. Gerçeklerle alakası olmayan belgeler ve uydurma delillerle Türk Silahlı Kuvvetlerine darbe hazırlığı yapan çete muamelesi yaparak Türk Ordusuna Ergenekon ve Balyoz kumpasıyla saldırıya geçti. Ortada yok edilmesi gereken bir ordu vardı ve Cemaat'in büyüyüp gelişmesine ve hatta ülkeyi bile ele geçirmesine engel oluyordu.
Birçok yurtsever asker birer ikişer cezaevlerine yollanırken, savunma dahi yapmalarının önüne engeller konuyordu.
Hükümetin içindeki Cemaatçiler ise bu durumu "Türk Ordusunun bağırsaklarının temizlendiği" şeklinde alaylı ifadelerle değerlendiriyor, tutuklamalar sadece askerlerle değil, gazeteciler başta olmak üzere Gülen Cemaati karşıtlarına doğru ilerliyordu.
Kumpas bir plan olan Ergenekon ve Balyoz ile ilgili hemen hemen her hafta bir kitap çıkıyor, Gülen Cemaatine hizmet eden yazarlar bu kitaplarıyla ilgili konferanslar veriyordu.
Şuur kavramı devletteki yerini çoktan başka kavramlara bırakmış durumdaydı. Bunun en somut göstergesi ise Ankara Çukurambar'da yakalanan suikast timiydi. Bu dört aklıevvel asker Bülent Arınç'a suikast düzenleyeceklerdi. Fakat araçlarından silah yerine taze soğan, pırasa, kabak ve biraz da meyve çıktı. Öyle sanıyorum ki Bülent Arınç'ı hormonlu gıdalarla zehirleyip, zaman içerisinde yavaş yavaş öldüreceklerdi, ama planları akılüstü bir operasyonla bozuldu.
Gülen Cemaati'nin hükümetteki etkin ve yetkin gücü sadece muhaliflere değil, iktidar partisinin içerisindeki Ak Parti üyeleri tarafından da rahatsızlık verici olarak nitelendirilmeye başlanmıştı. Fakat Cemaat bu sivri sesler içinde çözüm yolları üretmekten geri kalmıyordu. Cemaatin tekerine çomak sokan kim varsa tasfiye ediliyor ve siyasi hayatı bitiriliyordu. Öyle ki sadece bu isimlerin değil, yakınlarının hayatına kara bulutlar çöküyordu...
Bu yazım sebebiyle tutuklanmazsam, yarın kaldığım yerden devam edeceğim.
Haydi selametle...
Ardı ardına manşetler atan gazetelerde bu postmodern darbeyi öven yazılar ardı ardına çıkarken, devlete sızan bir zehir bu darbeden nasıl daha kazançlı çıkabileceğine dair hesaplar yapmaya başlamıştı. Bu zehrin adı Fetullah Gülen ve Cemaatiydi. Gülen Cemaati, yıpratılan demokrasinin ileride kendine sunacağı meyveleri verecek fidanları o yıllardan itibaren Türk Siyasetinin bağrına ekmeye başlamıştı. Aradan geçen yıllarda Cemaat, yeni bir aktörü devreye sokmak adına CIA ile işbirliği içine girmiş ve ve bu aktör, Necmettin Erbakan'ın kadrolarından kolaylıkla çıkarılmıştı.
Laikliğin, Türkiye'nin üniter yapısındaki tartışmasız gerekliliği bir yana atılırken Gülen Cemaati yeni iktidarın kurucu kadrolarında ustalıkla yer alarak, zaman içinde korkunç bir gücün de sahibi konumuna gelmişti.
3 Kasım 2002 tarihindeki seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanan AK Parti'ye gerek toplum mühendisliği ve elinde bulundurduğu medya gücüyle inanılmaz bir destek veren Gülen Cemaati, diktiği fidanlardan toplayacağı meyveleri beklemeye koyuldu. CIA ve Gülen Cemaati'nin Türk Siyaseti üzerindeki planları tıkır tıkır işlemeye başlamıştı.
İrtica faaliyetlerindeki büyümenin, ülkenin anayasal düzenine büyük bir tehdit oluşturduğunu düşünen Türk Silahlı Kuvvetleri, yapılan her toplantı sonrasında laiklik vurgusu yapsa da, söyledikleri bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkıyordu.
Gülen Cemaati hükümetin de desteğini arkasına alarak ilk operasyonunu yaptı. Gerçeklerle alakası olmayan belgeler ve uydurma delillerle Türk Silahlı Kuvvetlerine darbe hazırlığı yapan çete muamelesi yaparak Türk Ordusuna Ergenekon ve Balyoz kumpasıyla saldırıya geçti. Ortada yok edilmesi gereken bir ordu vardı ve Cemaat'in büyüyüp gelişmesine ve hatta ülkeyi bile ele geçirmesine engel oluyordu.
Birçok yurtsever asker birer ikişer cezaevlerine yollanırken, savunma dahi yapmalarının önüne engeller konuyordu.
Hükümetin içindeki Cemaatçiler ise bu durumu "Türk Ordusunun bağırsaklarının temizlendiği" şeklinde alaylı ifadelerle değerlendiriyor, tutuklamalar sadece askerlerle değil, gazeteciler başta olmak üzere Gülen Cemaati karşıtlarına doğru ilerliyordu.
Kumpas bir plan olan Ergenekon ve Balyoz ile ilgili hemen hemen her hafta bir kitap çıkıyor, Gülen Cemaatine hizmet eden yazarlar bu kitaplarıyla ilgili konferanslar veriyordu.
Şuur kavramı devletteki yerini çoktan başka kavramlara bırakmış durumdaydı. Bunun en somut göstergesi ise Ankara Çukurambar'da yakalanan suikast timiydi. Bu dört aklıevvel asker Bülent Arınç'a suikast düzenleyeceklerdi. Fakat araçlarından silah yerine taze soğan, pırasa, kabak ve biraz da meyve çıktı. Öyle sanıyorum ki Bülent Arınç'ı hormonlu gıdalarla zehirleyip, zaman içerisinde yavaş yavaş öldüreceklerdi, ama planları akılüstü bir operasyonla bozuldu.
Gülen Cemaati'nin hükümetteki etkin ve yetkin gücü sadece muhaliflere değil, iktidar partisinin içerisindeki Ak Parti üyeleri tarafından da rahatsızlık verici olarak nitelendirilmeye başlanmıştı. Fakat Cemaat bu sivri sesler içinde çözüm yolları üretmekten geri kalmıyordu. Cemaatin tekerine çomak sokan kim varsa tasfiye ediliyor ve siyasi hayatı bitiriliyordu. Öyle ki sadece bu isimlerin değil, yakınlarının hayatına kara bulutlar çöküyordu...
Bu yazım sebebiyle tutuklanmazsam, yarın kaldığım yerden devam edeceğim.
Haydi selametle...