Yüzü gülmüyordu dayak yemiş bir hali vardı. Ayrıca kocasının başı da dimdikti. Kendince iyi saydığı bir işi yapmış gibi, gövde gösterisine çıkmıştı. Fakat uzaktan gören üçüncü şahıslar bunu nasıl karşılar? Nasıl görünür? Orası bilinmez.
Kırk katır mı, kırk satır mı?
Sopa mı? Bu memlekette kadınlar sopadan ölecekler. Başkaları da var, okumuşları. Onlar ki haklarını savunmasını bilen.
Kadın boş gözlerle önüne bakıyordu. Düşünüyordu... Kadın, hakkını nasıl kullanırmış veya niçin kullanmıyormuş, onu düşünüyor herhalde.
Kadın arkasına, kocasına baktı. Kocası, el işareti ile "Gel buraya" diyor. Kadın az yakınlaşıp durdu. "Sopayı neden yediğini anlatmayacaksın herhalde. Yarın bir daha dayak yemek istemiyorsan, lafı dolandır konuşma."
Sonra ki zamanlarda da kadın işyerine gözleri mor geldi. Kadın yüz şeklinin değiştiğini eski güzel yüzünün kalmadığını biliyordu, fakat yine bildik tavrını takındı gülümsedi, soranlara yardımcı olmak isteyenlere, ağzında bir şeyler geveledi.
"Sen korkak bir tavuksun kendin için hiç bir şey yapmıyorsun."
Allah öyle yaratmış kadını kocaya eş o ne dese o olur. ’’Şu yeryüzünde üstelik benim çektiğim sıkıntıları çeken nice kadınlar vardır. Her çatının altında kapıların pencerelerin dili olsa da konuşsa’’
"Kiminle pazarlık ediyor, kiminle yarıştırıyorsun kendini, can senin, ömür senin para senin."
"Niçin canını ve hayatını ipotek olarak ona veriyorsun? Sanki geri alabilecekmiş gibi"
"Ki senin kocan beş para etmez, beş para etmez adama bel bağlıyorsun."
"Sinek kadar kocam olsun, o da başımda bulunsun mu?" diyorsun. "Senin kocan sinek kadar bile etmez. Sen onu ne sanıyorsun?"
Sana ne, ne ise ne? İster sinek ister at, koca benim değil mi? Hem bana bakıyor, üstelik sürekli de dövmüyor. Yine ağzında bir şeyler geveliyordu. Kocası çıkıp gelip, ağzına bir tane vurmasın mı? Sen bekle, önünde stres topu gibi bekle ve gör. Vurana karşı koymak gerek, o da karşı koymamaya karar vermiş.
Sonra gazetelerde televizyonlarda kadına şiddete yönelik haberler okuyormuş kadın. Haklarından, sığınma evlerinden de haberliymiş. Şöyle de olsa, böyle de olsa, kadın umursamıyor, yeni hayata başlayamama korkusu içinde, şimdilik öyle duruyor, bekliyor. Korkusundan dili de tutulmuştu. O sorarsa konuşuyor, sormazsa susuyordu.
O elbisesi içinde aradığı benliği, ona dar geliyordu. Geceleri de ağlıyordu. Kolu kırılmış, kafasına dikiş atılmış, ama o hep susuyordu. Alnında, yüzünde, kafasında, vücudunda, top top şişlikler, morluklar. O ise, sadece kendi iç sesini dinliyordu. Dayağı, dayağın şiddetine aldırmıyormuş gibi, kendisini donduruyor, bekletiyordu. Bu da yetmezmiş gibi, kırk katırın ardından gelen kır satır laf, söz. Kadın, kocasının gözlerine baktı, eski ışığı görmek için. Sonra kendi bedenine baktı "Allah biliyor" dedi. Şu yeryüzünde benim çektiğimi çeken bir kişi daha varsa, gene de susuyordu. Bir şey söylemeden susuyordu. Dilini konuşturmadan gözleriyle konuşuyordu. Ancak, arada bir "Allah" diyordu. "Ne Allah’ı? Allah sana akıl vermiş, senin yaptığın kölelik bu! Sen kendine söz geçiremezsen... Ayrılmalısın bu adamdan, belki çekip gitmelisin. Yapamazsın biliyorum, yapamazsın. Yani attığın taş hedefe değmeli. Ama sen korkuyorsun, ne o adımı atabilirsin, ne de o taşı."
Kadın çökkün öylece duruyor. "On yedi yıldır çekiyorum Allah biliyor." "Allah seni onun önüne yem olarak göndermiş öyleyse, seni yiyip, bitirip, tüketmesi ve onunda güçlenmesi palazlanması için." "Sen kendin için yaratılmışsın onun için değil." "Ailem için, çocuklarım sıkıntı çekmesin, üç kuruş o, üç kuruş ben kazanıyorum." "Artıyor mu?" "Yetmiyor bile, onun müsrifliğinden" "Kendi kazancını da veriyorsun üstelik."
"Ben böyle yaşarım. Sırf oğullarım için, Allah biliyor, böyle düşündüğümü." Kadın kalçasının üzerine oturamıyor, yüzü kaya gibi şişmiş, bakışları durgun ve üstelik bir başkasına yar olan kocasından söz ediyor. Karşısında konuşanı hiç dinlemiyor gibi. Sonra yere tükürdü, ağzı dili çözüldü. Kocası hapse girecekmiş, polisler kovalıyormuş, o da bir aşağı, bir yukarı, saklanıyormuş
Bu dünya ne sana, ne de ona kalmaz. "Çocuklar diyorsun, yarın onlar da büyüyecekler. Ama onlar kendileri için yaptığın fedakarlığı hatırlamayacaklar. Kendi hazırladıkları azıklarıyla, onlar da hayatta koşuşturup duracaklar."
"Burada seni rahatsız eden bir doku mu var?"
"Yok, sadece burası benim için de pek emin değil galiba. Ben de ya dilimi susturayım, ya da kendi evime gideyim."
O da bayatlamış o lafları duymaktan, bıkmıştı. Böylece bıraktı onları, eve gelince de, hep onu düşünüyordu. Çünkü bugün kolu kırık, yarın kör, topal, bilmem ne bela. Yardım etme isteği çok fazla, fakat yardımı isteyen birisi yoktu karşısında. O kaderiyle korkularıyla yaşıyordu. Beş, on dakika sonra, başına neler gelebileceğini bile bile.
Fikirlerimiz uyuşmadı. O kırk katır mı, kırk satır mı, yemeğe gidiyordu. Ailesi de sanki onu gözden çıkarmıştı, ilgilenmiyordu. Bir keresinde de oğlu kurtarmış, çekip almış babasının elinden. Dayağın yarısını da kendisi yemek adına. Kim getirdi bu aileyi bu hale? Bilmiyorum. Ben kimseyi görmedim. Sadece yemi fazla gelmiş bir koca gördüm. Asıl sopanın, ona atılmasını söyledim.
Eh artık aile bir daha görmez onu. Çünkü bütün kabak onun başında patladı. Bayağı büyük bir kabak, piyasayı dolandırmış, borçluymuş yani. Allah büyük. Allah büyü yapmıyor ama, görülecek hesabı da bu dünyada iken görüveriyor.
http://yazarimben1.blogspot.com.tr/
Kırk katır mı, kırk satır mı?
Sopa mı? Bu memlekette kadınlar sopadan ölecekler. Başkaları da var, okumuşları. Onlar ki haklarını savunmasını bilen.
Kadın boş gözlerle önüne bakıyordu. Düşünüyordu... Kadın, hakkını nasıl kullanırmış veya niçin kullanmıyormuş, onu düşünüyor herhalde.
Kadın arkasına, kocasına baktı. Kocası, el işareti ile "Gel buraya" diyor. Kadın az yakınlaşıp durdu. "Sopayı neden yediğini anlatmayacaksın herhalde. Yarın bir daha dayak yemek istemiyorsan, lafı dolandır konuşma."
Sonra ki zamanlarda da kadın işyerine gözleri mor geldi. Kadın yüz şeklinin değiştiğini eski güzel yüzünün kalmadığını biliyordu, fakat yine bildik tavrını takındı gülümsedi, soranlara yardımcı olmak isteyenlere, ağzında bir şeyler geveledi.
"Sen korkak bir tavuksun kendin için hiç bir şey yapmıyorsun."
Allah öyle yaratmış kadını kocaya eş o ne dese o olur. ’’Şu yeryüzünde üstelik benim çektiğim sıkıntıları çeken nice kadınlar vardır. Her çatının altında kapıların pencerelerin dili olsa da konuşsa’’
"Kiminle pazarlık ediyor, kiminle yarıştırıyorsun kendini, can senin, ömür senin para senin."
"Niçin canını ve hayatını ipotek olarak ona veriyorsun? Sanki geri alabilecekmiş gibi"
"Ki senin kocan beş para etmez, beş para etmez adama bel bağlıyorsun."
"Sinek kadar kocam olsun, o da başımda bulunsun mu?" diyorsun. "Senin kocan sinek kadar bile etmez. Sen onu ne sanıyorsun?"
Sana ne, ne ise ne? İster sinek ister at, koca benim değil mi? Hem bana bakıyor, üstelik sürekli de dövmüyor. Yine ağzında bir şeyler geveliyordu. Kocası çıkıp gelip, ağzına bir tane vurmasın mı? Sen bekle, önünde stres topu gibi bekle ve gör. Vurana karşı koymak gerek, o da karşı koymamaya karar vermiş.
Sonra gazetelerde televizyonlarda kadına şiddete yönelik haberler okuyormuş kadın. Haklarından, sığınma evlerinden de haberliymiş. Şöyle de olsa, böyle de olsa, kadın umursamıyor, yeni hayata başlayamama korkusu içinde, şimdilik öyle duruyor, bekliyor. Korkusundan dili de tutulmuştu. O sorarsa konuşuyor, sormazsa susuyordu.
O elbisesi içinde aradığı benliği, ona dar geliyordu. Geceleri de ağlıyordu. Kolu kırılmış, kafasına dikiş atılmış, ama o hep susuyordu. Alnında, yüzünde, kafasında, vücudunda, top top şişlikler, morluklar. O ise, sadece kendi iç sesini dinliyordu. Dayağı, dayağın şiddetine aldırmıyormuş gibi, kendisini donduruyor, bekletiyordu. Bu da yetmezmiş gibi, kırk katırın ardından gelen kır satır laf, söz. Kadın, kocasının gözlerine baktı, eski ışığı görmek için. Sonra kendi bedenine baktı "Allah biliyor" dedi. Şu yeryüzünde benim çektiğimi çeken bir kişi daha varsa, gene de susuyordu. Bir şey söylemeden susuyordu. Dilini konuşturmadan gözleriyle konuşuyordu. Ancak, arada bir "Allah" diyordu. "Ne Allah’ı? Allah sana akıl vermiş, senin yaptığın kölelik bu! Sen kendine söz geçiremezsen... Ayrılmalısın bu adamdan, belki çekip gitmelisin. Yapamazsın biliyorum, yapamazsın. Yani attığın taş hedefe değmeli. Ama sen korkuyorsun, ne o adımı atabilirsin, ne de o taşı."
Kadın çökkün öylece duruyor. "On yedi yıldır çekiyorum Allah biliyor." "Allah seni onun önüne yem olarak göndermiş öyleyse, seni yiyip, bitirip, tüketmesi ve onunda güçlenmesi palazlanması için." "Sen kendin için yaratılmışsın onun için değil." "Ailem için, çocuklarım sıkıntı çekmesin, üç kuruş o, üç kuruş ben kazanıyorum." "Artıyor mu?" "Yetmiyor bile, onun müsrifliğinden" "Kendi kazancını da veriyorsun üstelik."
"Ben böyle yaşarım. Sırf oğullarım için, Allah biliyor, böyle düşündüğümü." Kadın kalçasının üzerine oturamıyor, yüzü kaya gibi şişmiş, bakışları durgun ve üstelik bir başkasına yar olan kocasından söz ediyor. Karşısında konuşanı hiç dinlemiyor gibi. Sonra yere tükürdü, ağzı dili çözüldü. Kocası hapse girecekmiş, polisler kovalıyormuş, o da bir aşağı, bir yukarı, saklanıyormuş
Bu dünya ne sana, ne de ona kalmaz. "Çocuklar diyorsun, yarın onlar da büyüyecekler. Ama onlar kendileri için yaptığın fedakarlığı hatırlamayacaklar. Kendi hazırladıkları azıklarıyla, onlar da hayatta koşuşturup duracaklar."
"Burada seni rahatsız eden bir doku mu var?"
"Yok, sadece burası benim için de pek emin değil galiba. Ben de ya dilimi susturayım, ya da kendi evime gideyim."
O da bayatlamış o lafları duymaktan, bıkmıştı. Böylece bıraktı onları, eve gelince de, hep onu düşünüyordu. Çünkü bugün kolu kırık, yarın kör, topal, bilmem ne bela. Yardım etme isteği çok fazla, fakat yardımı isteyen birisi yoktu karşısında. O kaderiyle korkularıyla yaşıyordu. Beş, on dakika sonra, başına neler gelebileceğini bile bile.
Fikirlerimiz uyuşmadı. O kırk katır mı, kırk satır mı, yemeğe gidiyordu. Ailesi de sanki onu gözden çıkarmıştı, ilgilenmiyordu. Bir keresinde de oğlu kurtarmış, çekip almış babasının elinden. Dayağın yarısını da kendisi yemek adına. Kim getirdi bu aileyi bu hale? Bilmiyorum. Ben kimseyi görmedim. Sadece yemi fazla gelmiş bir koca gördüm. Asıl sopanın, ona atılmasını söyledim.
Eh artık aile bir daha görmez onu. Çünkü bütün kabak onun başında patladı. Bayağı büyük bir kabak, piyasayı dolandırmış, borçluymuş yani. Allah büyük. Allah büyü yapmıyor ama, görülecek hesabı da bu dünyada iken görüveriyor.
http://yazarimben1.blogspot.com.tr/